top of page
Yazarın fotoğrafıUlviye Yaşar

Kendi ritminle

Güncelleme tarihi: 12 Ara

"Dünya öylesine karmaşık, dolaşık ve fazlasıyla yüklü ki, biraz aydınlık bakabilmek için seyreltmek gerekiyor." Italo Calvíno


Bir durabilmek...

Bir bakabilmek...

Soyutlanarak...

Hiçbir şey düşünmeden...

Hayatın içinde kendimiz için...

Var olabilmek için hep...


Bir önceki yazımda ‘’Hayır’’ diyebilmeye kısaca değinmiş,  son kısmında ise ‘’Sonunda gelinen yer’’ diyerek ve devam ederek bir şeylerin kendi içimde netliği ile kapanışı yapmıştım. Bu yazım ise bir önceki yazımın istemsizce devamı oldu demek doğru olacak sanırım. Çünkü bir yandan nelerden bahsetsem diye düşünüp bir yandan her zaman olduğu gibi akışa bırakmıştım, ki bu sayfayı açtığım ağustos ayından beri iki yazımın arasındaki enformasyon sürecimin formülü tam bir hayatın doğal akışı aslında. Nasıl mı? Hayatın rutin akışı + gelişen yeni şeyler + okuduklarım + izlediklerim + sohbet  ettiğim kişiler + tüm bunları fark edip süzgeçten geçirerek içselleştirmemden oluşuyor. Elbette her daim taslaklarım var. Dökülmesini muhakkak tercih ettiğim cümlelerim, yeni fark edişlerim, alıntılarım.. İşte bu bağlamda bu süreçte karşıma çıkan şeyler hatta bir takım işaretler de diyebilirim ki tam da bir yazımda mutlaka detaylı şekilde anlatmak istediğim konuyu / konuları oluşturdu. Sonra bir baktım ki bir önceki yazımın devamı gibi olmuş oldu.


Amerikalı polisiye ve psikolojik roman yazarı Patricia Highsmith’in 1955 yılında yayımlanan Becerikli Bay Ripley adlı kitabında yazdığı ‘’Kendim olmak için dayanılmaz bir ihtiyaç duyuyorum.’’ sözü oldu. (İlgilenenlere; daha sonra 1999 yapımı aynı adlı filmi ve 2024 yapımı dijital platform dizisi çekildi. İki ayrı yapımda bence muazzamdı. Dizi formatı şahsen estetik çekim açıları, mimari detayların aktarımı ve siyah beyaz oluşu daha farklı daha gizemliydi.) İşte bu yazının enformasyon sürecinde karşıma çıkan, benim içselleştirmeden ve üzerine düşünmeden edemediğim şeylerden ilki bu alıntı olmuştu. Son aylarda hayatın getirdikleri ve götürdükleriyle Patricia Hightsmith’in bu sözüne hak vermemek olamazdı. Kendim olmaya neden bu kadar ihtiyaç duyuyordum? Neden en çok şimdilerde hissediyordum bunu ? Bazı insanlar hayatlarımızda yer aldığında veya bize iyi gelmediklerini bildiğimiz halde buna izin verdiğimizde kendimiz olamıyor muyuz? Kendimiz olma yolculuğunda veya kimilerine göre savaşında onlar çit mi örüyordu? Ahşap ise bu çit yakmaya cesaretimiz mi yoktu?

Yazar Şule Gürbüz’ün sanki tam da bu konu için yazdığı sözünü de anımsayalım.

‘’İnsan ara sıra evini yakmalı ve çıkıp seyretmeli.’’

Karşıma çıkan diğer bir şey ise, İngiliz yazar Matthew Hussey ve Amerikalı yazar ve eski bir avukat olan Melanie Robbins’in bir programda ilişkilere dair ‘’Hayır’’ diyebilmek üzerine olan konuşmalarıydı. ‘’Biri olmadan yeterince mutlu olacağın bir yere gelmen gerekiyor. Sonsuz mutluluğa gerek yok ama yanlış şeylere her zaman hayır diyebilecek kadar mutlu olmalısın. Çünkü yanlış insanlara daha hızlı hayır diyebilirsen doğru kişiyi daha hızlı bulursun.’’ böyle diyordu Matthew Hussey. Ne yazık ki toplumumuzun süregelen alışkanlıkları gelenek-görenekleri, adeta haddinden fazla fedakarlık temelleri üzerine kurulu olmasından dolayı ‘’Hayır’’ diyebilmek saygısız bir durum gibi algılanabiliyor. Oysa çözüm öyle çok komplike değil. İzin versek kendimize, fark etsek, başkalarına ‘’Evet’’ derken kendimize belki de defalarca ‘’Hayır’’ dediğimizi, o zaman başkalarına bu kadar kolay mı olurdu ‘’Evet’’ imiz? Olmazdı sanki... Neticede her ne yaşarsak yaşayalım aslında içimizde bir yerlerde hissediyoruz tüm olanları ve olacakları. Çünkü eğer içimizde bir şeyler ‘’Hayır’’ diyorsa bizde ‘’Hayır’’ demeliyiz. Programda ki bu konuşma ikili ilişkiler üzerineydi elbette ancak hayatta var olan tüm rollerimiz için oldukça önemli bir mevzu olduğu da su götürmez bir gerçek bana göre. Arthur Schopenhauer’ un ‘’Üslup zihnin fizyonomisidir.’’ sözünü her daim hatırlamak bu konuda zorlandığımızı düşünüyorsak eğer işimizi kolaylaştırabilir biraz olsun belki.

Psikolog Julie Smith’in ‘’Mutluluğun için çaba harcarken bu hatayı yapma.’’ diyerek adeta bir deney konusuymuş gibi paylaştığı bir videoyu anlatmak istiyorum. Julie Smith’in önünde de temiz su ile dolu bir akvaryum ve içinde de bir balık var. Bu balığın kendimiz ve akvaryumunda hayatımız olduğunu düşünmemizi istiyor. Ancak çoğumuzun hayatında olduğu gibi hayatımızı toksik hale getirebilecek sorunların olduğundan bahsederek suya kirlenmesi için sıvı bir şey döküyor. Bir balığın zehirli ortamda yaşıyorsa sonunda hastalandığına ve bu yüzden onu kirli sudan çıkarıp bir süreliğine yeni bir akvaryuma koyma eylemimize değinerek devam ediyor. Bu durumu da rutinlerimize bazen mola verdiğimiz zaman birkaç haftalığına tatile gitmemize, yeni ortamlara girmemize ve bunu bize iyi geldiğine her şeyin bir süreliğine düzeldiğine harika bile hissettirebildiğini anlatarak devam ediyor.

Ta ki geri dönüp tekrar o toksik durumun içine girene kadar... Molada ki o suyun ne kadar

çok temiz olursa olsun veya ne kadar yenilenmiş hissinde olursak olalım sonunda yine kirli su alanına döndüğümüzde hastalanırız. Uzun vadede mutluluğumuz konusunda başarılı olmak istiyorsak bizi her gün etkileyen çevreyi temizlemeye odaklanmalı olduğumuzdan bahsederek deneyi sonlandırıyor. Tüm bu anlatılanları hayatımıza indirgeyebiliyor muyuz? Bu durumda zorlanıyor muyuz? Yoksa bir süredir bilinçsizce zaten yapıyor muyuz? Elbette her zaman olduğu gibi kendimi ve eylemlerimi de sorguladım.


Arınmadan bahsetmişken Rönesans Dönemi’nin efsanevi sanatçısı Michalengelo’nun

çok sevdiğim sözüne de yer vermek istiyorum. ‘’Mermerin fazlalıklarını alıyorum, geriye

heykel kalıyor. Güzellik, fazlalıklardan arınmalıdır.’’

Hayatta istemediğimiz herkese ve her şeye karşı ‘’Hayır’’ diyebilmeye başlayıp, çevremizi arındırabildikten sonra James Norbury’nin Büyük Panda ve Küçük Ejderha adlı kitabından (İlgilenenlere; Kitaptaki sayfa tasarımları ve hikayedeki karakterler baz alındığında çocuk kitapları kategorisinde olsa da aslında çocuk kitabından çok daha fazla ve bambaşka olduğunu okuyanlar veya içeriğine hakim olanlar çok net bilirler.) bir kısma değinmek istiyorum.

"Hangisi daha önemli,"

diye sordu Büyük Panda.

"Yolculuk mu yoksa varacağın yer mi?"

"Sana kimin eşlik ettiği,"

dedi Küçük Ejderha.

 

Bu yazımın sürecinin en özeti ise tam olarak böyleydi işte...

‘’Hayır’’ diyebilmeye ve çevremizi arındırarak yolculuğumuzda eşlik edenlerimizi belirlemek...

 

Şimdi düşünsek...

Kendimizi kendimizle merkezlediğimiz bir hayat... Ne muazzam olur.

 

10.11.2024 Pazar

11.17 – İstanbul

 

 

186 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

1 Comment


Azim Kerim AYDINLI
Azim Kerim AYDINLI
Nov 13

Sevgili Ulviyenin bu yazısı yine beni benden aldı ve belkide haddimi aşmama neden oldu.

Hayatımızdaki “Hayır” ve “Evet” lerin bir denge içerisinde olması gerektiğini düşünüyorum. Ancak bu denge  %50-%50  olmak zorunda değil. Yanına koyacaklarımızla dengelenen, dolayısıyla birinin diğerinden ağır olabileceği bir denge olabilir bu. Göreceli bir konu bu. Bu yazıda beni benden alan asıl cümle yine o son cümle oldu. “Kendimizi kendimizle merkezlediğimiz bir hayat..” İşte bu cümle kurgusal bir hikaye yazmama sebeb oldu. Sabırla okuyacaklar için sunarım, buyrun 😊


YOLCULUK

 

Daha genç yaşlarında iken birdenbire yaşadığı bir uyanışla derin bir arayışın peşine düşmüştü. “Niye varım, varlığımın amacı ne?” gibi benzeri sorular sürekli kafasını meşgul ediyor ve cevap bulmaya çalışıyordu. İçinde bulunduğu bu yıllarda pek de alışılagelmiş sorular olmadığının…




Like
bottom of page