‘’Dünyayı nazik bir şekilde de sarsabilirsiniz.’’ diyor Gandhi. Kendi dünyamızı da.. diyerek ekliyorum. Bazen Dolunay’da, bazen Yeniay’da ya da bir zaman da.. Kendimizi daha da farkettirecekse bir de eğer en afillisinden bir sarsıntı iyidir arada ya da çoğu zaman... Bedenimizde ki tüm hücrelerimize, her bir ruh parçamıza küçük ölçekli bir deprem hali... Nasıl mı ? Hadi biraz deşelim.
Amerikalı çevreci, yazar Paul Hawken’ın dediği gibi, ‘’Yaşamınızda sizi mutlu, doyumlu hatta sevinçli kılacak bir şey yapmak için daha yeterli zaman ayırın.’’ Hawken haklıydı.. Hem de çok. Bu yaşam önerisini, gerçekleştirebiliyor muydum ?
Çoğaltalım soruları..
Bana iyi gelmeyen şeylere ördüğüm görünmez dikenli tellerim var mıydı? Mesela okkalı bir ‘’Hayır’’ ım var mıydı hayata?
İstediklerime ‘’Evet’’ kolay, istemediklerime ‘’Hayır’’ kolay mıydı? Bitmeyecekti bu sorular...
Bitmesinde...
Bir diğer Amerikalı yazar ve filozof Henry David Thoreau demiş ki, ‘’Kaybolmadıkça kendimizi anlamaya başlayamayız.’’ Peki kaç kez kaybolabilir insan ? Kaybolabilmek bile cesaret isterken bir de.. Peki ya kayboluşları sonrası kaç kez kendini bulabilirdi insan ? Kaybolabiliriz.. Uzunca yol alabiliriz. Yol çatallanabilir. Başa dönebiliriz. Yol daha da uzayabilir. Fakat illa ki buluruz kendimizi. Eğer günün birinde Sylvia Plath gibi “Kendime ulaşmak için epeyce yol aldım.” demek istiyorsak tabi... Çünkü gerçekten kendimize ulaşmak istiyorsak kaybolmak sanılan gibi ızdırap değil çölde vahadır. Rota şart ama.. Sırf denizin tadını çıkarmak için hava durumuna bakmadan yelkenli ile açılmak gibi olur.
Sorular, sorgular, bilinmeyen rotalar, Kuzey’i bulamamış pusulalardan hallice durumlar kitaplığın üst rafına konsun ve biz şimdi gidelim biraz geriye, sonra geliriz yine şimdiye anda da dinleniriz daha sonra...
Dönüşüm sarmalına o kadar açtım ki...
Zihnimin ahengiyle dans ediyordum adeta...
Bir yıl önce ki bazı ‘’ben’’ di bu.
Glukoz komasından hallice onca şey.
Şimdi az bir tada bile ücraydı.
Çekilen fotoğraflar...
Gidilen yerler...
Geçirilen zamanlar...
Ve dahası...
Her şeye tabii idi belki de...
Özetle tercih edilen her şeydi...
Heves şarttı.
Manevra ilaçtı.
Dolup taşmak lazımdı.
Sıradanlık kıyısına çokça mil
uzaklık açınılmazdı...
Ötesi yoktu...
Bu kısım birkaç ay önce İstanbul’da tam olarak anda iken içimde tutamadığım için dökülenlerdi.
Zamanı tutamadığımız gibi hissedilenleri de tutamıyoruz işte bazen...
Hissedilmeyenleri de tutamıyoruz bazen de... O ayrı tabi...
Sonunda gelinen yer ise tam da şöyle idi işte..
Bir şeyler netti.
Bir şeyler olduğu gibiydi.
Bir şeyler tam da ilk anlaşıldığı gibiydi.
İşte şimdi her şey tamamdı..
Yine bir Dolunay zamanıydı... ama ay dönümü de bir yere kadardı.
Hayat böyleydi.
Bir şeyler vadesi gelene kadardı.
Anlaşılmamak üzereydi adeta ya da en net haliyle anlaşılmak üzereydi belki de...
20.10.2024 Pazar
16.07 – İstanbul
Ne güzel bir uyumdur ki Sevgili Ulviye bu yazısında konuyu bir önceki katkımda bıraktığım yere getirmiş.
Dolunay etkisinde ya da belki yeniay etkisinde yazdığı yazısında insanın kendini arayışından bahsetmiş. Bir alıntıyla ‘’Kaybolmadıkça kendimizi anlamaya başlayamayız.’’ demiş ve “kaç kez kaybolabilir insan ? Kaybolabilmek bile cesaret isterken” diye de ilave etmiş. Ben bunu daha önceki katkılarımda “ölüp, yeniden doğmak ve ölümün ötesine geçmek” tabirleri ile dillendirmiştim.
Peki niye kaybolup yeniden bulur insan kendini? Ya da niye ölüp, yeniden doğmak gerekir?
Bir önceki katkımda bunun cevabını insanın kendisini esere dönüştürmesi olarak vermiştim. Neden eser? Çünkü ancak eserler anlamlı ve kalıcıdır, gelecek kuşaklara aktarılabilir. Düşüncem o ki insan sadece yaşamını anlamlı hale getirmekle kalmamalı, yarattıkları ile kendisinden sonraki gelecek kuşaklara…